Büyük şehrin kaosundan ve kurumsal hayatın konforsuz konfor alanından kaçıp Manisa Kırkağaç’taki karşı köylerindeki yöresel ürünlerin online satışını yapmaya başlayan bir çiftin hikayesini gelin kendilerinden dinleyelim…
“İnsanlar hep hayal kurarlar. Bazen çok istedikleri için, bazen de sırf kurmuş olmak için. Ama dedim ya hep kurarlar. Ve hayat denilen bu döngü sanki bazen ilmek ilmek örülür siz hayallerinize koşun diye. Öyle bir örülür ki hem de, siz bile kenara çekilir izlersiniz olan biteni. Doğup büyüdüğü memleketlerinden hiç kopamamış bizlerin hikayesi bu.
Üniversite eğitiminden sonra çokta sorgulamadan kendisi büyük ama samimiyeti küçücük metropollerin o meşhur kurumsal hayatının içinde bulduk kendimizi. Kurumsal bir firmaya girip çalışmalıydık. Çünkü sistem bizi buna mecbur bırakmıştı. Ama yalnızca mevcut durumunu sorgulayanlar bunun farkındaydı. Daha üniversite yıllarında boyumuzdan büyük kredi borçlarının altına girmemiş miydik? İşte şimdi sorgulamadan çalışma zamanıydı. Çalıştık, hem de çok çalıştık. Hedefler tutmadı çoğu kez, mesai bitince sokaklarda devam ettik satışa. Üreticinin emeğini hiçe sayıp öldüre öldüre pazarlıklar etmemiz istendi bizden; yaptık, yapmalıydık. İnsanız ya, bazen bizimde modumuz düşük olabiliyordu; müşteriye az gülümsedik diye sorgulandık. Her şey sistemin tam istediği gibi ilerliyordu işte. Çıkalım diye gayret ettikçe merkeze daha çok yaklaşıyorduk. Bir yandan borç ödüyor, diğer yandan daha çok borçlanıyorduk. Sistem kısmı tamamdı, her şey onun kurguladığı gibiydi; dışarıdan bakanlar için birer işe girmiş çalışıyorduk işte, daha ne istiyorduk?
Ama bizim yaşamak istediğimiz hayat bu muydu? Kendimiz için hiçbir şey yapmıyorduk, insanlara bir yararımız yoktu. Bir değer üretmiyor, öylesine yaşıyorduk. Bunları kendi içimizde belki her gün tartışıyor ama sabah olduğunda yine çantalarımızı alıp, kurumsal maskelerimizi takıp işlerimize gidiyorduk. Ama içimizde büyüyen memleket hasretini bastıramıyor, ona bir vefa borcumuz olduğunu sürekli yineliyorduk. Ait değildik o gökdelenli şehirlere, hiç ait olmadık. Evimiz yuva gibi değil, bir otel gibiydi bizim için; yuvamız ise memleketimizdi. Bir gün dönecektik buradan, yapacaktık bunu ama ne zaman? Emekli olduktan sonra, balkonu karşı apartmanın havalandırmasına bakan apartman dairesinde bunları hala konuşuyor olmamız çok acı olmaz mıydı?
Derken oğlumuzun doğumuna tam bir hafta kala kurumsal hayat ile bağlarımız kopartıldı. İşte tam o gün biz kenara çekildik ve gerçekleşen hayallerimizi izlemeye koyulduk. O gün farkında değildik ama çark bizden yana dönmeye başlamıştı artık. Hep bebeğimizi alışveriş merkezlerinin lunaparklarında büyütmekten korkmuş, memleketimizin toprağına dokunarak büyüsün istemiştik. Hayallerimiz gerçek oluyordu; memleketimize dönüyorduk. Karşı koyamıyorduk, şaşkınlıkla olup bitenleri izliyorduk.
Radikal bir karardı; insanlar bizi çok yadırgadı, çok sorguladı, saçma buldu, nasılsa burada yapamazlar dönerler dediler. Bazen sabırla anlattık onlara, bazen de güldük geçtik. Bu hayat bizimdi ve nerede ne yapacağımıza artık sistem değil, biz karar veriyorduk. Tam istediğimiz gibi…
Aklımızda hep bir butik üretim modeli vardı. Az kişi ile ama çokça emek ile üretmeye başladık. Ailemizin ve köyümüzün ana geçim kaynağı olan zeytincilik bizi hep heyecanlandırıyordu. Zeytin, bizim için bir ağaçtan daha fazlası olmuştu hep… Zaten uzun yıllardır ailemizin ürettiği zeytin, zeytinyağı ve diğer birçok ürünü eşimize dostumuza ulaştırıyorduk. Ancak bu oluşumu bir üste taşımalı ve bu değerli ürünlere bir marka bulmalıydık. Ah söylemesi ne kolay… Oysa ardında kaç uykusuz gece, kaç tartışma, kaç uzlaşma yatıyor. Sonunda hepimizin içine sinen markamızı birden bire buluverdik. Haritada, ilçemiz Kırkağaç’ın karşısında yer alan köyümüzden, yani Karşı Köyden gelmiyor muydu bu ürünler? Tamda aradığımız markaydı ve aslında yanı başımızdaydı. Tıpkı hayallerimiz gibi…
Markamızı bulduktan sonra daha da cesaretlendik sanki. Gıda mühendisi olmamın verdiği teknik alt yapı ile zeytin ve zeytinyağının yanında erişte, reçel, pekmez, marmelat, salça ve sirke üretimlerine yoğunlaştık köyümüzün eli lezzetli kadınları ile. Yunt dağlarına sırtını güvenle yaslamış güzel köyümüzün dağlarından ve verimli ovalarından sarı kantarondan, hatmi çiçeğine, marketlerdeki kekiklere hiç ama hiç benzemeyen zahter kekikten civanperçemine kadar müthiş şifalı bitkileri toplayıp özenle, tertemiz kuruttuk.
Bir şeyler deniyorduk hep birlikte; heyecanlanıyorduk, başarıyorduk. İnsanlar başardıklarını gördükçe öyle güçleniyorlar ki… İnanın dokundukça öyle güzelleşiyor ki her yer.
Bizlerin en büyük amacı gerçekleştirdiğimiz butik üretim modeli ile bir rol model olabilmek ve gençlere başka bir hayatın mümkün olduğunu anlatabilmek aslında. Yani dememiz o ki, babanın köydeki tarlasına tercih ettiğimiz büyükşehirdeki asgari ücretten daha değerli şeyler var buralarda. İhtiyacımız olan şey ise, çok hayal edip çok çalışmak…