2001 yılında gerçekleştirdiğim ve 2003 yılında gezi günlüğüme yazmış olduğum Paris gezi (blog) notlarım…
İlk uçak deneyimim…
Sıra geldi eşimle ilk yurt dışı deneyimimiz olan Paris gezimize. Bayram ve yılbaşının birleştiği soğuk bir kış tatilinde gittik Paris’e. Aslında biz İstanbul’dan ayrılıp uçağa binene kadar hava gayet iyiydi. Sorun uçakta ve Paris’teydi. Uçak Air France‘a aitti ve bundan dolayı olsa gerek uçağın içi neredeyse Paris kadar soğuktu. İlk kez uçağa biniyordum ve bu yolculuk için oldukça heyecanlıydım. Ama biraz hayal kırıklığına uğradım. Uçak havalanırken içim bir tuhaf olacak, lunaparkta gondol’ a binmişim gibi heyecanlanacağım sanmıştım ama arka koltuğa biraz yapıştım ve oturduğum yerin eğimi değişti o kadar. Epey bozuldum. Uçağın host ve hostesleri doğal olarak Fransızdı, İngilizceyi pek iyi anlamıyor, söylediklerimize salak salak sırıtıyorlar, her şeyi iki kez tekrarlatıyorlardı. Aslında Fransızların İngilizceyi gayet iyi anladıklarını ancak anlamamazlıktan geldiklerini daha sonraki tecrübelerimizden öğrenecektik.
Balık baştan kokarmış, Paris’te kahvaltılarda karnımızı pek iyi doyuramayacağımız uçakta verdikleri çeşit çeşit aromalı, reçel desem reçel değil, bal desem bal değil, jöle kıvamında marmelat, tereyağı ve kruvazen denilen şekerli ekmekten belli oldu. İnsan bunların yanında en azından bir peynir koyar zeytin koyar, tuzlu bir tane bir şey olsa razıydım ama nerde…
Battaniyeler altında uyumaya çalışarak takribi 3 saatte, sabaha karşı Paris’e, Charles de Gaulle havaalanına vardık. Tur rehberimiz kalacağımız otelin müşterilerinin sabahın köründe odaları boşaltmak şöyle dursun, daha derin uyku modunda olduklarını tahmin etmiş olacak ki, Paris turumuza hava aydınlanmadan başlamak zorunda kaldık. Havaalanından bizi alan otobüs şehrin etrafında bir tur attırdıktan sonra Eyfel Kulesi’ni uzaktan seyredebileceğimiz bir sürü kafenin olduğu bir alana getirdi. O saatte sokaklar bomboştu. Otobüsten indiğimizde yüzüme soğuk hava öyle bir çarptı ki “Bizim bu kış kıyamette burada ne işimiz var?” diye düşündüğümü çok net hatırlıyorum. Oradaki kafelerden birine girdik. Uzaktan Eyfel Kulesi tüm heybetiyle kendini gösteriyordu diyeceğim olmayacak, çünkü Eyfel’in yarısından yukarısı sislerin içinde kalmıştı.
Artist Fransızlar…
Kafede tek tük, uyanmaya çalışan insanlar vardı ve hepsi kahve içip kruvasan yiyorlardı. Aynı filmlerdeki şehir dışında arabayı park edip bir şeyler atıştırmak için içeri girilen, içerde etrafa kıl kıl bakan şişko adamların kahve içip bir şeyler yediği, ince uzun kafe-restoran tarzı yerlere benziyordu. Biz eşimle “Bir çay içelim bari” diye düşünüp gelen garsona “Two tea please” dedik. Adam anlamadı, biz de tekrarladık. Adam da bize “Deux tee?” diye bir soru sordu. Biz de herhâlde Fransızcası bu oluyor diye düşünerek “Yes yes“ dedik ve konuyu uzatmadık. Bu kısacık diyalog Fransızların kendi kültürlerini ve dillerini korumaktaki abartı heveslerini anlamamıza yetti. Ama ben kıl oldum ya bundan sonra benimle Fransızca konuşmaya çalışan her Fransıza diklik yapıp, İngilizce cevap verene kadar pes etmedim. Ne işe yarayacaksa. 🙂
Bu arada henüz o dönemde devalüasyonun olmamış olduğu halde iki çayın 2 sene öncenin parasıyla 5 Milyon Türk lirasına denk geldiğini hesapladığımızda tatil için ayırdığımız paranın yetip yetmeyeceği konusunda endişeye düştüğümüzü hatırlıyorum. (Editör notu: Paris Gezisi 2001 yılında gerçekleştirmiş, yazıyı 2003’te yazmışım) Neyse ki turun ekstra olarak sattığı tüm gezileri kendimiz yaparak tatilin sonunu rahat rahat getirmeyi başardık.
Şanzelize, Concorde Meydanı, Louvre Müzesi…
Paris halkıyla geçirdiğimiz ilk kafe tecrübemizden sonra rehberimiz bize otobüsle panaromik tur yaptırarak Şanzelize’yi (Champs Elysees), Concorde Meydanı’nı, Meclis Binası’nı ve diğer birtakım anıt, sarkıt ve dikitleri otobüs bir yandan yoluna devam ederken gösterdi. Ama biz gene de ya bir daha göremezsek endişesiyle! durduğumuz her yerde fotoğraf çektirdik. Daha sonra Louvre Müzesi’nin yakınında hediyelik eşya satan dükkan grubunun olduğu bir bölgeye geldik. Biz hemen saldırıp, sanki bir daha hiçbir yerde bunları satan bir yer bulamayacak, İstanbul’a elimiz boş dönecekmişiz gibi Eyfel Kulesi’nden anahtarlıklar, biblolar, üzeri Paris manzaralı tişörtler, ıvır zıvır ne varsa aldık. İnsan hayatında ilk kez Paris’e gelince, işte böyle “Görmemişin biri Paris’e gelmiş.” oluyor. 🙂
Otobüse dönmeden önce Louvre Müzesi’nin bahçesine girdik. Devasa bir müzeydi. “İçinde sergilenenleri bir hafta dolaşsan bitiremiyormuşsun” dediler. Neyse ki ne ben ne de sevgilim müze delisi olduğumuz için, dışardan şöyle bir bakıp “Bahçesi de güzelmiş.” şeklinde bir yorumla otobüsümüze geri döndük. Ama şu meşhur Mona Lisa tablosunun bu müzede sergilendiğini sonradan öğrenince “Tüh be onu bare görseydik” diye de içlenmedik değil…
Paris’teki otel odaları…
Nihayet otelimize geldik ve odalarımıza yerleştik. Otel odamız eski tarz döşenmiş şirin bir odaydı. Bütün duvarlarında pembe boyanmış tahta dolap kapakları vardı. Bu kapaklardan bir tanesi gerçekten dolap kapağı, 2 tanesi banyo kapısı diğerleri ise dolap kapağı görünümlü duvarlardı. Tuvalet ve banyo ayrımını pek yapamadık. Çünkü banyoların birinde bir küvet ve musluğu olmayan bir klozet, diğerinde ise bir lavabo ve klozet görünümlü, kapaksız, deliği olmayan ne olduğunu hala çözemediğimiz bir şey. (Editör notu: sanırım bide ile ilk kez tanışmışım. 🙂 ) Tuvaletiniz geldiğinizde sırasıyla yaptıklarınızı düşünürseniz, bir oraya bir buraya giderken ne kadar zorlandığımızı anlayabileceğinizi sanıyorum.
Fransız kahvaltıları…
Otelimiz oda kahvaltı sistemiyle hizmet veriyordu. Kahvaltıya indiğimizde korktuğumuz başımıza geldi. Çünkü kahvaltı tabağı, uçakta verdiklerinin aynısıydı ama otelimizin hakkını yemeyelim çünkü burada kahvaltı açık büfeydi, sınırsız jöle, sınırsız kruvasan, sınırsız kahve. 🙂 Ama ilk sabah hemen dersimizi aldık ve diğer sabahlarda kahvaltıya marketten aldığımız peynirleri getirdik. Aslında Fransızların çok güzel ve çeşitli peynirleri var ama ne yazık ki peyniri sadece şarap mezesi zannediyorlar.
Paris’te metro maceramız…
Paris turumuz boyunca tüm gezilerimizi turdan bağımsız olarak kendimiz gerçekleştirdik. Bağımsız gezmek sandığımızdan da kolay oldu. Otelimize yakın olan bir metro istasyonu bulup ordan bir metro haritası aldık. Bu harita üzerinde gezilebilecek belli başlı tüm yerler ve bu yerlere yakın metro istasyonlarının isimleri vardı. Paris’in metro ağı o kadar güçlüydü ki koca Paris’te metroyla ulaşamayacağın hiç bir yer yok gibiydi. Yani en azından bir turistin görmek isteyeceği tüm yerlere ulaşmak mümkündü.
Ancak metrolar ve metro istasyonları gerçekten pisti. Çoğu zaman istasyona indiğimizde görünüşleri hiç güven vermeyen bitakım insanları bir bankta uyurken, bi köşede içki içerken, avaz avaz şarkı söylerken, elinde koca teyp bangır bangır müzik dinlerken görür, tedirgin olurduk. Zaten metroları sadece zenciler, öğrenciler ya da turistler kullanıyordu. Ama herşeye rağmen metro iyiydi. Çünkü bir sefer otobüse binme gafletinde bulunup, İstanbul trafiğinden beter bir trafik çekmiştik.
Yılbaşı döneminde gittiğimiz için caddeler, mağazalar, Paris’in her köşesi turistle doluydu. Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama turistlerin dörtte biri falan Türktü. Bu oran mağazalarda, özellikle parfüm satan mağazalarda yarı yarıya kadar yükseliyordu. Girdiğimiz mağazalarda Türklere rastlamayı bi süre sonra yadırgamaz olmuştuk.
Sacre Coeur ve Ressamlar Tepesi
Otelimize yerleştikten ilk olarak Mont Martre’deki Sacre Coeur’u ve Ressamlar Tepesi’ni görmeye gittik. Sacre Coeur Kilisesi’nin içi de dışı kadar etkileyiciydi . Giriş hizasındaki balkondan görünen Paris manzarası da hoştu. Yukarı doğru çıkarken tırmandığımız merdivenin üstünde bi grup genç gitarlarıyla şarkı söylüyorlar, etraflarında toplanmış olan turistler de onlara eşlik ediyordu. İşte o turistlerden biri de bendim. 🙂
Artık ilk gelişimizin verdiği şaşkınlığımızı üzerimizden atmış , gördüklerimizden zevk almaya ve mutlu olmaya başlamıştık. Sacre Coeur’un hemen arkasındaki Ressamlar Tepesi’nde ressamlar toplanmış turistlerin resimlerini çiziyorlardı. Meydanın etrafında bir sürü kafe ve hediyelik eşya satan ufak dükkanlar vardı. Hava güneşliydi ama keskin bir soğuk vardı. Bu yüzden gördüğümüz kafelerde sık sık mola vermek zorunda kalıyorduk. Daha sonra bulduğumuz bir sokak arasından yokuş aşağı indiğimizde kendimizi sağlı sollu gece klupleri ve seks shopların bulunduğu Pigalle semtinde bulduk. Gündüz olduğu için gece klüpleri kapalıydı. Seks shopların içlerin gezdik biraz. Komikti bence. 🙂
İlk gün için bu kadarı yetti. Otelimize dönüp biraz dinlendikten sonra otel çevresindeki marketleri bakkal ve manav tarzı yerleri dolaşıp hem market kültürlerini tanımış hem de aç kalma riskine karşı biraz alışveriş yapmış olduk. Değişikti tabi Türkiye’ye göre. Örneğin ülkemizin meyve cenneti olduğu söylenir ya, burası bizim oralardan daha cennetti. Hem daha çeşitli meyve vardı, hem meyveler diğer yiyeceklere kıyasla ucuzdu. Marketlerde çok ucuzdan çok pahalıya bol bol şarap, konserve yiyecek, meyve, meyveli yoğurtlar, karışık meyve suları, çeşit çeşit salam ve peynirler vardı.
Gelelim ilk Fransız restoranı deneyimimize…
Paris’e gelip de Fransız restoranlarında yemek yememek olmaz diye düşünerek pek çok şık restoran, alışveriş merkezi ve sinemanın bulunduğu ismini hatırlayamadığım bir caddede şık bir restorana girdik set menülerden birini ısmarladık. Siparişimizi verip beklemeye başladıktan sonra yan masamızda oturan kişilere bizim verdiğimiz siparişin aynısından servis edildiğini farkettik. Müşterinin bıçağını ete daldırması, etten kan fışkırması ve bizim de restoranı koşar adım terketmemiz bir oldu. 🙂
Paris’teki ikinci günümüzde aynı turda olan fakat farklı bir otelde kalan iki arkadaşımızla Eyfel Kulesi’nin 4 ayağının tam ortasında buluştuk. Korkunç bir kalabalık vardı. Her bir ayakta kuleye çıkmak için uzun kuyruklar olmuştu. Bunda 31 Aralık olmasının da epey bir etkisi vardı sanırım. Kuleye çıkma fikrinden vazgeçip başka yerleri görmek üzere metro istasyonuna yöneldik. O gün Lüksemburg Bahçeleri’ni gezdik, Notre Dame Kilisesi’ni, Seine Nehri civarlarını, Şanzelize’yi dolaştık. Hepsi çok güzeldi ah bir de hava biraz daha az soğuk olsaydı. Yılbaşını Concorde Meydanı’nda kutlamaya karar verdik. Akşama doğru otelimize dönüp gece için üç kazak üç çorap şeklinde daha da sıkı giyindik.
Paris’te Yılbaşı…
Meydana gitmeden önce Seine Nehri’nde romantik bir tekne gezisi yaptık. Tekne gezisi sırasında biraz viski içince, artık bizim için Paris hiç de soğuk değildi. 🙂 Tekne gezisi gerçekten etkileyiciydi. Nehrin üzerindeki köprüler, nehir kıyısındaki gösterişli yapılar, tüm şehir ışıl ışıldı. Daha sonra Concorde Meydanı’na geldik. Acayip coşkulu bir kalabalık vardı. Öyle coşkululardı ki gece 12’den sonra tanımadığım bir süre insan beni öpmeye kalkıştı. Onlardan mı sakınsam erkek aradaşımı mı yatıştırsam bilemedim. 🙂
Saat 2’ye kadar her şey yolundaydı, hoplaya zıplaya yılbaşına girdik. Gelelim 2’den sonrasına. Artık yorulduk ve otelimize dönmeye karar verip metro istasyonuna yöneldik. Vardığımızda istasyon kapısında bir sürü polisin içeri girmeye çalışan insanları engellediğini çünkü metronun kapanmış olduğunu fark ettik. Ama baştan öyle dememişlerdi ki. Metrodan başka ulaşım bilmediğimiz için ne yapacağımızı şaşırdık kaldık. Taksi durdurmaya çalıştıysak da başaramadık. Öğrendik ki Paris’te öyle İstanbul’daki gibi elini gösterince taksi durmazmış. Taksi duraklarında ise upuzun kuyruklar vardı ama ortada kuyruğu azaltan bir taksi bile yoktu. Yavaş yavaş sinirlerimiz bozulmaya başladı. Şanzelize Caddesi’nde kafayı bulmuş bir sürü insan “Şanzeliiiiize Şanzeliiiiiize” şeklinde bağıra bağıra şarkı söylüyor, ben ağlanacak halimize gülüyor, erkek arkadaşım ise adamlara bildiği tüm küfürleri saydırıyordu. Onların ne günahı varsa. 🙂 Otele kadar yürümekten başka çaremiz kalmamıştı. Ama biz otelin hangi yönde olduğunu bile çıkaramıyorduk. Sora sora ki yılbaşı gecesinde o saatte yol sorduğumuz insanların ne kadar sağlıklı cevap verebileceğini tahmin edersiniz, sabah saat 5 e doğru otelimizi bulduk. Son 3 saatimiz tam bir kabustu. Bence bir şişe viskiyi içmemiş olsaydık ertesi sabah Paris sokaklarından birinin köşesinde bizi donmuş olarak bulurlardı. Moralimiz epey bozulmuştu ama ertesi günü yaptığımız Euro Disney gezisi keyfimizi yerine getirdi.
Euro Disney (Disneyland PARIS) muhteşemdi…
Euro Disney için ne diyebilirim ki tam bana göreydi. Uzayın derinliklerinde gezegenler arasında son sürat gezmek , sinemadaki hayvanları yanında görmek, hissetmek, Peter Pan olup dünyayı tepeden izlemek, nehrin üzerinde kayıkla gezip engelleri aşmak, ıssız bir adanın tepesinden en aşağı düşmek, hepsi çok orijinal, çok heyecanlı ve çok güzeldi. Sabah 11 de girdik, akşam 8 e doğru zor ayrıldık. Ah bir de hava biraz daha az soğuk olsaydı. 🙂 Akşam zincir restoranlarından biri olan LEON isimli deniz ürünleri restoranına gittik. Bir süre ayakta bekledikten sonra şansımıza cam kenarında iki kişilik bir yer boşaldı ve sıra bizdeydi, çok sevindik. 🙂 Yaşadığımız tecrübeye dayanarak önce yan masalara gelen yemekleri inceledikten sonra siparişimizi verdik. Küçük bir tencere büyüklüğündeki bir kap içinde kabuklarıyla birlikte servis edilen soslu midye yedik. Çok nefisti. Doğru tercihi yapmış olmanın mutluluğuyla restorandan ayrıldık.
Ve nihayet Eyfel Kulesi…
Ertesi günü Paris’te son günümüzdü. Eyfel Kulesi’ne çıkma konusunda şansımızı bir kere daha denemeye karar verdik. Yürüyerek de olsa ilk kata çıkmayı başardık. İlk kat deyip geçmeyin, ulaştıktan sonra nefesimizin düzelmesi için 10 dakika falan geçti. Asansör kuyruğunda beklememenin bedeli de buydu maalesef. Uzaktan sadece demir yığını gibi görünen Eyfel Kulesi’nin içinde kafeler, gösterisi için ufak bir sinema ve Eyfel’in fotolarının sergilendiği odaları görünce şaşırdım. Ben inat edip Eyfel’in 2. katına da yürüyerek çıktım. Ne olduğunu hatırlamadığıma göre pek bir özelliği yoktu sanırım. Eyfel’in 3. katı yani en tepesi sadece yazları açık oluyormuş. Çıkamadık.
Galeries Lafayette ve alışveriş delisi Türkler…
Eyfel Kulesi’nden indikten sonra Galeries Lafayette denilen bizim Akmerkez tarzı bir alışveriş merkezine gittik. Buranın ne özelliği olduğunu pek anlayamadım. Satılanlardan hemen hemen herşey İstanbul’da da vardı. Üstelik daha ucuz falan da değildi. Tabi ki etraf Türk kaynıyordu. Türklerin alışveriş takıntısına oralarda bile tanık olunca kendi soyumdan şüphe etmeye başladım. Çok çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. Bizim turun fiyatı 295 dolardı. Bu tura katılanlardan bir bayanın paristen 350 dolara bir çanta aldığını duyunca insanların değer yargıları arasında ne büyük uçurumlar olduğunu daha iyi anladım.Yani ne bilim benim harcayacak bir 350 dolarım daha olsaydı çanta almak yerine üzerine bir başka ülkeye daha gezi yapardım.
Galeries Lafayette‘den ayrılıp Şanzelize Caddesi’nde son bir kez dolaştıktan sonra valizlerimizi hazırlamak üzere otelimize döndük. Otelimizin yanındaki marketten taşıyabileceğimiz kadar şarap ve peynir alıp, tur otobüsüyle havaalanının yolunu tuttuk ve Türk Havayollarının mükemmel seyahat ve servis kalitesiyle ülkemize geri döndük.
Bu geziden öğrendiklerim Paris’in övüldüğü kadar görkemli bir kent olduğu, Eurodisney’in de mutlaka görülmesi gerektiği, Paris sokaklarının ve metrosunun beklediğimden pis olduğu, Fransızların biraz uyuz insanlar oldukları ve en önemlisi Avrupa kentlerine kesinlikle bahar aylarında ya da yazın gezi yapılması gerektiğidir. 🙂 Başka bir gezi yazısında görüşmek üzere…