“Göçmen olmak nasıl bir şey?” diye sormuştu arkadaşım. Şöyle uzun uzun bir düşündüm, muzipçe gülümsedim. “Insanın hayatında başına gelebilecek en güzel ve bir o kadar da en zor şey” dedim. “Nasıl yani?” dedi…
Ruhunla bedeninin bir türlü bir araya gelemediği, sonunda hem kazanan hem de kaybedenin sen olduğun bir savaş gibi. Bedenin hep ileriye hayallerinin peşinden giderken, ruhunun halen geride bir şeylerin peşinde olmasıdır. Gerim gerim gerilmiş bir ipin iki ucunda, iki benlikli bir delilik halidir. Kendi kendinin tescilsiz psikoloğu olmandır. Başarının ve kendi kendini yenmenin vücut bulmuş halidir.
Öyle bir şey ki göçmen olmak, baştan 1-0 yenik olduğun bir maça dinmek bilmeyen bir motivasyonla kazanmak için çıkmaktır. Yoluna kalbin ikiye bölünmüş devam etmek, bu zayıflığını en güçlü yanın olarak kabullenmektir. Noksanlıklara inat, kendi gözünün içine baka baka ilk önce kendini ikna etmendir. Yani, ‘show must go on’ diyebilmektir. Ve işte bu yüzden göçmen olmak, aslında alkış yağmuruna asla boğulamayacak, çok iyi bir tiyatro oyuncusunun hayatıdır.
“Gidekalmak” diye bir fiil olabilir mesela göçmenlik. Ne gidebilmek, ne de kalabilmek…
Dünyada iken canlı canlı arafta olmak, cennet neresi cehennem neresi bilememektir. O yüzdendir ki göçmen “iki alternatif dünyada yaşayan bir kişidir”; mekanlar arası yolculuk yapma, altıncı his, ve her şeyi aklında tutabilme gibi süper güçleri vardır. Bir günü iki kez yaşayabilmektedir adeta, bir yandan kendi gününde güneşi batırırken, bir yandan da uzaktaki alternatif dünyadaki sevenlerinin o gün neler yaptığını ezberlemektir. Böyle süper güçlerin olsa da, ne yazık ki bazen de bazı şeyleri en son duymaktır.
Başkalarının hafızalarındaki yerinin göçmeden önceki son anında garip bir şekilde takılı kalması, bir türlü büyüyememek; bedeninin ise küçücük siyah ekranlara sıkışmasıdır; özgürlükler içinde bazen hapisliktir diyebiliriz. Görüşmelerin dakikası kadar “orada” olabilmek, video ve resimler içinde yaşıyor olmaktır. Bir nevi yok olmuşluk içinde varoluş mücadelesidir. Felsefeci George Berkeley’in sorduğu “kimsenin olmadığı bir yerde devrilen ağaç ses çıkarır mi?” sorusuna bizzat yanıt aramaktır. Bu yüzdendir zaten kilometrelerce öteden göçmenlerin fısıldaşmaları…
‘Memleketin’ aslında büyüdüğün toprak değil, asıl benliğin olduğunu anlamak ve sen ondan ilmek ilmek koparken, yeni bir “gurbetçi” kendinle tanışmandır; yeni huylar, yeni zevkler kazanmandır. Ve işte bu zorlu değişimin tam ortasında, sen adeta eşsiz bir sanat eserine dönüştürürken kendini, hem kendine, hem de geride bıraktığın herkese gitgide yabancılaştığını keşfetmendir.
Bir yandan herkesten uzak ve kafan rahatken, diğer yandan ufacık jestleri, cümbür cemaat kutlamaları kıskanmaktır mesela.
Çünkü artık bunları yaşayabilmenin lüks olduğunu bilmek, ve belki de çocuklarına bunu yaşatamayacak olmanın pişmanlığını sezmektir. Mutluyken çok mutlu, üzgünken çok üzgün olabilmektir. Bazen aşırı sevgi dolu, bazen aşırı soğuk ve mesafeli… Çalkantılı bir okyanusta durulmaya çalışırken, bir yandan da duyguları en kralından abartma sanatıdır. Şiirsel konuşmak gerekirse, mutluluklar içinde bir damla dinmeyen gözyaşı, iki ayakları üzerinde dimdik duran bir varlığın içindeki en gizli zayılflığı, sen burada mutluyken birilerinin kalbindeki dinmeyen özlem olmanın huzursuzluğudur.
Kısacası zor iştir göçmen olmak… Ama bir o kadar da özel ve güzeldir. ‘Kopuş’ ve ‘bağlanış’ üzerine çekilmiş bir filmde kombine biletli seyirci olmak gibi bir şey…
Kimliği belki de hiçbir zaman açıklanmayacak bir süper kahraman gibi, bir şehrin sokaklarında başardıklarından dolayı gururlu ama bir o kadar da sessizce güzel günlere doğru yürümek…
Göçmen Kadınlara sevgilerimle.