Senenin başında Priştine ve Üsküp Gezilecek Görülecek Yerleri keşfetmek üzere Pegasus kampanyalarından birinden Priştine gidiş, Üsküp dönüş uçak biletlerimizi alıyoruz. Günler geçiyor, aylar geçiyor, 21. Çıkma yıldönümümüzde kuzularımızı ananelerinin şefkatli kollarına teslim ediyor, güneşli bir cumanın öğleden sonrasında uçağımız havada süzülmeye başlıyor. Gökyüzü çok berrak, aşağıda 1. ve 2. köprüyü, Ömerli barajını, adaları, büyük ve küçük çekmece göllerini ve Marmara adasını seçebiliyorum. İçimden anın anlam ve önemine binaen bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum. 🙂 “From a distance theeere is haaarmony and it echoes through the laaand…”
Kendi söylediğim şarkı bende ninni etkisi mi yaratıyor, az sonra uykuya dalıyorum. Uçuş süresi sadece 1 saat 20 dakika, ‘İniş için alçalmaya başlıyoruz’ anonsu tatlı uykumu bölüyor. Uçak körüğe yanaşmıyor, bu havaalanında körük var mı ondan bile emin değilim. Körükten geçtim otobüs de yok sanırım. Merdivenden inip açık alanda terminale doğru tıngır mıngır yürüyoruz.
PRİŞTİNE ÜSKÜP GEZİ REHBERİ
İlk kez gidilen bir şehirde uçaktan inildiğinde diğer yolcular takip edilir, pasaport kontrolünden geçilir, check in’de valiz verilmişse dönen bantın başında valiz beklenir. Bu rutin her şehir için aynıdır, üzerinde düşünülmeden sürüye uyarak gerçekleştirilir. Düşünmeye başlanan ilk an terminalden çıkılan ve elde valiz, ilk kez görülen etrafa şaşkın şaşkın bakınırken şehir merkezine nasıl gidileceğinin kestirilmeye çalışıldığı andır. İster tutumlu turist ol , metro vs ara, ister iş gezisinde ya da geri ülkede ol taksi durağı ara, o şaşkınlık illaki yaşanır.
İşte tam o şaşkın ördek anımızda, az ileride yanındakine Türkçe bir şeyler anlatan üniformalı, çakı gibi diye tabir ettiğimiz bizden yaşça büyük bir Türk subayı gözüme çarpıyor. Hemen atılıp yardım istiyorum. O da sağ olsun hemen atılıp bizi taksicilerin yanına götürüyor ve 25 Euro dan açtıkları kapıyı 15 Euro’ya bağlayıp, şoförün adresi anladığından da emin olup bizi uğurluyor. Heyt be gözünü sevdiğim Türk askeri diyor, bu işi kolayca hallettiğimize sevinerek Priştine merkezine giden yolda etrafı izlemeye koyuluyoruz.
Etrafı nasıl anlatsam, zamanda geriye yolculuk gibi… Eski ve dökük bina yığınları görüyoruz. Hemen yanı başlarında yeni yapılan çoğunun sıvası tamamlanmamış yüksek binalar. Ve çocukluğumda, çok küçükken bindiğimizi hayal meyal hatırladığım tipte şehir içi otobüsleri…
Hafif endişeleniyoruz, merkezi böyle değildir filan diyoruz, Ankara Esenboğa ve merkez arasındaki yolu düşün misal diye birbirimizi avutuyoruz. 🙂
Merkeze yaklaştığımızı tahmin ediyoruz çünkü ciddi bir trafik başlıyor. Öyle ki saat henüz 4 suları olmasına rağmen trafiğin başladığı noktadan otelimize varmamız yarım saati geçiyor. “İstanbul’da yaşayıp trafik çekmekten daha kötüsü böyle bir şehirde yaşayıp trafik çekmek olurdu herhalde” diyor eşim. Doğru söze ne hacet!
Peki, merkezde isek neden etrafta gördüklerimizde bir düzelme yok? Acaba diyoruz şoför adresi anlamadı da bizi başka bir yere mi götürüyor. Adama adresi bir daha gösteriyorum. İngilizce de, Türkçe de bilmiyor, sadece “Ok, Ok” diyip duruyor uyuz oluyorum. Nihayet bir yanda oto tamir dükkânları, bir yanda manav, bir yanda market olan tuhaf bir sokakta Hotel Prima yazısını görüyorum. Oh be! Organ mafyasından bu sefer de paçayı kurtardık. Yaşlandıkça anneme benziyorum. Stres yapınca hayal gücüm sınır tanımıyor. 🙂
Otelimiz çölde bir vaha! 3 katlı 7 odalı minicik ve yepyeni bir otel.
Resepsiyondaki genç arkadaş kaydımızı yaparken eşimin pasaportunun bir yerinde 17 Şubat tarihini görünce heyecanlanıyor. “Bu tarih bağımsızlığımızın ilan edildiği tarih, bizim için çok önemli” diyor. E adamlar bağımsızlıklarını ilan edeli henüz 5 sene olmuş, heyecan normal diyoruz ve bu tesadüften biz de çok etkilenmiş gibi yapıyoruz:) Kosovalı kardeşimiz nereyi gezeceğimizi harita üstünde güzelce anlatıyor. Priştine Gezilecek Görülecek Yerler listesinin başındaki Rahibe Teresa Caddesi ve meydanı şehrin en meşhur yeri. Hatta bizim gibi cami külliye kilise tarzı yapılarla ilgilenmeyenlerdenseniz bu cadde ve caddeye bağlanan sokaklar dışında gezilebilecek yer bulmak zor. 🙂
Gezilecek yerler ve görülecek yerler listesinin başlarında olan cadde şehrin geri kalanına göre çok çok güzel ama hakkını verelim. Bizdeki İstiklal Caddesi vari, trafiğe kapalı, sağlı sollu kafeleri, restoranları olsun, patlamış mısır ve pamuk şeker satan seyyar satıcıları olsun, kermes tarzı ürünler pazarlanan stantları olsun, bir şehrin ana caddesi olma unvanını hak edecek aşağı yukarı tüm unsurlara sahip. 🙂
Otelimiz buraya yürüme mesafesinde. Cadde üstünde üç beş kez turlayıp bir iki ara sokağını gezdikten sonra 21. yıldönümü kutlamamıza yaraşır bir restoran arayışına geçiyoruz. Onlarca kafe var ama restoran sayısı çok az. Yemeği evde yiyip kahve içmeye çıkıyor bunlar sadece herhalde. 1 Euro’ya sosyalleş! Oh ne ala memleket. 🙂
Kosova’nın para birimi Euro. Şahsına münhasır para birimi olan ülkelerdeki gibi ödeyeceğin bedeli anlayabilmek için kafanda hesaplama yapma derdi yok, bu iyi haber. Gördüğümüz şık restoranların menülerinde balkan mutfağından bir lezzete rastlayamıyoruz. Varsa yoksa İtalyan mutfağı. Kaderimize razı geliyor, ambiyansını en çok beğendiğimiz birini seçip romantik bir akşam yemeği yiyoruz.
Garsonumuz Türk olduğumuzu anlayınca kırık bir Türkçe ile konuşmaya başlıyor, biraz sohbet ediyoruz. Kosova’da nüfusun yüzde doksanı Arnavut olmasına rağmen, Türkçe birçok okulda ders olarak okutulduğundan, kimi de anadan babadan öğrendiğinden ülkede Türkçe bilen en az 300 bin kişi varmış. Başka bir ülkede Türkçe bilmenin bir meziyet olduğunu duymak insana gurur veriyor.
Yemek sonrası canlı müzik yapılan bir barda, cici bir kız ve saz arkadaşlarından romantik şarkılar dinliyoruz. 🙂 Romantizm bir yere kadar diyip sonrasında lokal, latin, oldies, house vb. çalan çeşit çeşit bar gezip her çiçekten bal alıyoruz. Yorgunluktan bayılmadan kendimizi bir taksiye atıp 1.5 Euro’ya otele varıyoruz. Priştine’de taksi oldukça ucuz ve söylemeye gerek kalmadan taksimetre açıyorlar, bu bile bir gelişmişlik göstergesi bence. Zaten Balkan ülkeleri her ne kadar ekonomik anlamda olmasa da medeniyet anlamında gelişmişler… Binalar, arabalar, mağazalar nuh nebiden kalma ama insanların karşısındakine saygısından, kızı erkeği, genci yaşlısı sosyal hayatın içinde olmalarından Avrupa’da olduğunu bir şekilde hissediyorsun.
Ertesi sabah kahvaltı sonrası otelimizin sahibinin önerisi üzerine merkezin biraz dışındaki Priştine Gezilecek Görülecek Yerler listesindeki Germia Park’a gidiyoruz. Oldukça özelliksiz geliyor, geri dönüyoruz.
Ne varsa Rahibe Teresa Caddesi’nde var diyip buradaki kafelerden birine oturup sonbahar güneşinin tadını çıkarıyoruz. Burada iklim karasal. Öğlen 20 derecenin üzerine çıkan sıcaklığın, gece sıfıra kadar indiğine şahit oluyoruz. Zaten Priştine Arnavutçada bozuk mevsim anlamına geliyormuş. Dengesiz havalı bir şehir yani kısaca. 🙂 Kahve keyfi sonrası Sister Terasa ile vedalaşıp, otelden valimizi kaptığımız gibi otogara gidiyoruz. Priştine den Üsküp’e gideceğimiz aracı gördüğümüzde bizi bir gülme alıyor.
Eşim şoförün yanındakiyle Türkçe konuştuğunu fark edince soruyor “Amca sen mi yaşlısın bu minibüs mü?”, “Aynı aynı” diyor amca. 🙂 Kosova ile Makedonya arasındaki sınırda oyalanmamış olmamıza rağmen 1,5 saatlik yol bizim takatukayla 2,5 saat sürüyor. Yolculuğun sonuna doğru bana afakanlar basıyor. Üsküp’e varır varmaz otelimize valizimizi bırakıp kendimizi sokaklara atıyoruz. İşte Üsküp Gezilecek Görülecek Yerler listesinin başındaki Başçarşıdayız. Bu bölge o kadar küçük bir yer ki Kapan Han’ın girişindeki lezzet düşkünü arkadaşlardan Löplöpçüler’in bloğunda bahsettiği Pavillon Restoran’ı bulmamız en fazla 5 dakika sürüyor.
Burası avlu gibi ufak sevimli bir meydan. Aynı ağacın altına masa ve sandalyelerini yanaştırmış 3 tane köfteci var. Hemen bir porsiyon parmak köfte, bir porsiyon da pleskavitsa söylüyoruz. Parmak köfte lastik köfte diye tabir ettiğim Tekirdağ ya da Sultanahmet köftesi lezzetine benzer, onlardan hafif kalınca ve uzunca olan bir köfte türü. Pleskavitsa ise geniş, kalın, kocaman tek bir köfte. Pleskavitsayı daha çok beğeniyoruz. Çünkü kalınca olduğundan köftenin içi kurumuyor, bıçakla kesildiğinde bizim sevdiğimiz gibi içinden hafifçe etin suyu sızıyor. Bunu yazarken bile ağzım sulanıyor:). Bu lezzet şölenine çoban salatamız, ayranımız ve yeni rakımız eşlik ediyor. Evet, köftecide rakı var. Hem de 4 liraya denk gelen bir paraya! Tek sorun su bardağında getirmeleri. O kadar kusur kadı kızında da olur:)Güzel bir havada ağaç altında leziz bir yemek yiyoruz ve 30 liraya denk gelen bir hesap ödeyip mutlu mutlu gezmeye koyuluyoruz. 🙂
Üsküp, Vardar Nehri tarafından ikiye bölünmüş. Şehrin Müslüman Arnavutların yaşadığı tarafında bulunan eski çarşı, arnavut kaldırımlı taş sokakları, kuyumcuları, köftecileri, hanları, hamamları, erkek ağırlıklı kitlenin ince belli bardaktan çay içtiği kıraathaneleriyle Safranbolu tarzı bir Anadolu şehrini hatırlatıyor. Tarihi köprüden Ortodoks Makedonların yaşadığı nehrin diğer yakasına geçtiğimizde ise gayet düzgün restoranlar, kafeler, mağazalar, şık kızlar ve erkekler ile standart bir Avrupa şehri görüntüsü bizi karşılıyor. Akşam yemeğimizi Makedonların tarafında botanik bahçe konseptiyle dekore edilmiş bir restoranda Bella Vista’da yiyoruz. Pirzola, salyangoz sosis ve makedon salata oldukça başarılı.
Elinde gitarıyla restorana giren şeker bir kız başlıyor anılar 9 kaseti tadında nostaljik parçaları çalıp söylemeye, ben de eşlik ediyorum. Sonrasında gece turumuza başlıyoruz. İlk durağımız insanların masada yiyip içtiği, solist ve klavyeden oluşan bir müzik grubunun sahnemtrak bir alanda balkan müzikleri çalıp söylediği bir mekân. Bizdeki fasıllı ya da canlı müzikli meyhane konseptine çok benzetiyoruz. Erkekler oturdukları yerde yemeye içmeye devam ederken kızlar kâh oturup kâh kalkıp gerdan kırıyorlar. 🙂 Melodiler çok benzer. Her şarkı başladıktan sonra bu benzerliğe şaşırıp “Aynı aynı” diyoruz. Kızlardan biri sahneye atladığı gibi mikrofonu kapıp şarkı söylemeye başlıyor. “Aynı aynı”. 🙂
Ellerinde bira, ayakta salınan gençlerin olduğu bir kaç bar daha gezdikten sonra (ki tüm bu mekânların hepsi yan yana), finali onlarca gencin kapısında uzun kuyruklar oluşturduğu, devasa iç mekânının da ful artı ful olduğu bir gece kulübünde yapıyoruz.
Ertesi sabah otelimiz Orange Inn’in kahvaltı salonunda, mutfaktaki teyzenin fırından biz geldiğimizde çıkardığı sıcacık börekleri hüplettikten sonra bitpazarını ve Başçarşı’yı tekrar turluyor, alışveriş yapıyoruz.
Dün köfte yediğimiz avludaki yan restoranın parmak köftelerinin daha dolgun olduğunu görmüş, bundan dolayı köftelerin damak tadıma daha uygun olacağını düşünmüş, bugün için orayı hedeflemiştim. Tahminim doğru çıkıyor ve gezinin en muhteşem parmak köftelerini Turist isimli bu mekânda yiyoruz.
Parmak köftelerimize bu sefer, dün yediğimiz pleskavitsanın kaşarlısı, güveçte tereyağlı kuru fasulye ve köz biber eşlik ediyor. Hızımızı alamayıp köfteden bir porsiyon da annem için sardırıyoruz. 🙂 Ve final…
Taksicinin biriyle 15 Euro’ya anlaşıp Türk TAV grup tarafından 2011 yepyeni bir hale getirilen Üsküp havalimanına yarım saatte ulaşıyoruz. Cuma öğleden sonra başlayan Priştine / Üsküp turumuz pazar öğleden sonra sona eriyor. İkisinin de tek günde gezilebilecek şehirler olduğuna dair yorumlara biz de katılıyor, vatanımıza ve kuzularımıza mutlu mesut dönüyoruz.
“O!rgan mafyasından bu sefer de paçayı! kurtardık. Yaşlandıkça anneme benziyorum. Stres yapınca hayal gücüm sınır tanımıyor:). Otelimiz çölde bir vaha!”bu kısma çok güldüm Özlem.
çok keyifli bir anlatım..favorilerime ekliyorum…
Yorumunuzu çok sevdim. Çok teşekkür ederim.
İlginize ben teşekkür ederim.
Havalimanı maceranızı okurken güldüm zaten üzerine birde üsküp aracınızı görünce 😀